Aklımız fena halde karışık. İnsanlar içinde mutsuz, yalnızlaşınca huysuz, hani o tünelin ucunda olduğu söylenip de bir türlü görünmeyen ışığı beklemekten çoktan vazgeçtik, umut yorgunuyuz.
Kimle konuşsam haber izlemediğini, gündem takip etmediğini, ruh sağlığını korumak için olan bitenden haberdar olmak istemediğini söylüyor. Ama herkesin her şeyden haberi var. Çünkü hiç kimse anbean tüm gelişmeleri takip edebildiği iletişim araçlarından bir saniye bile uzak kalamıyor.
Bu aşırı merak ve öğrendiğinden hoşnut olmama hali, sadece dünyanın ve ülkemizin sıcak gündemiyle ilgili değil, tüm insani ilişkiler için böyle.
Ortak şikayet konuları üç aşağı beş yukarı aynı yerde toplanıyor. İnsanlık çürüdü, toplum bozuldu, bize öğretilen “güzel ahlak” çöktü, değerlerimiz değersizleştirildi diyoruz, şikâyet ettiğimiz o toplumun bireyi değilmişiz gibi.
Şikayet ettiğimiz çoğu şeyin kendimizde de olduğundan zerre kuşkulanmadan, zamanı ortamı ve koşulları suçlayıp her yere cuk oturan şu cümleyi kuruyoruz “Hey gidi günler hey! eskiden böyle miydi?”
Son beş yılda yapılan sosyal araştırmalarda yüzdesi en çok artan konu “geçmişe duyulan özlem” miş. “Eskiden insanlar daha erdemli daha ahlaklı” diyenlerin sayısı da her geçen gün artıyor.
Peki biz o erdemli insanların büyütüp yetiştirdiği insanlar değil miyiz? Evet.
O halde kendi çağımızdan niye bu kadar şikayetçiyiz? Velev ki şikayetçiyiz niye kendimizden başlayarak değişmeyi ve değiştirmeyi denemiyoruz?
Eskiden nasıldı peki? Geçmiş deyince aklımıza ne geliyor da “ hey gidi günler” diye iç çekiyoruz?
Eskiden her mahallede her türlü dedikodu yapan komşu teyzeler vardı. Şimdi her kanalda dedikodu üreten magazin programları…
Eskiden süte su karıştıran sütçüler vardı, şimdi peynire margarin karıştıran süt ürünleri fabrikaları…
Eskiden eti kalın kağıtlara sarıp etin gramından çalan, gizli yerlerde kesilen at eşek etinden sucuk yapıp satan kasaplar vardı. Sucuk, sosis gibi ürünlere ‘nallı kuzu etinden’ esprisi yapılırdı. Şimdi de kemiği bile un ufak edip ürününe karıştıran kombine et tesisleri…
Eskiden zeytinyağına pamuk yağı karıştıran metal güğümlü yağcılar vardı. Şimdi ne içerdiği anlaşılamayan şeyleri zeytinyağı diye pazarlayan anlı şanlı yağ fabrikaları…
Eskiden pirince bulgura taş karıştıran mahalle bakkalları vardı, şimdi tarihi geçmiş ürün kakalayan market zincirleri…
Eskiden ‘hatırlı müşterilerine tezgah altında ‘özel fiyatlı özel ürünler’ saklayan karaborsacı esnaf vardı, şimdi ‘trend’ ürünlere özel kampanyalar yapan AVM’ler dolusu marka zincirleri…
Eskiden kavga ettiği komşusunu terörist diye ihbar eden ‘sayın muhbir vatandaş’lar vardı. Şimdi kumpas davalarında gizli tanıklar…
Eskiden ayakkabısının altındaki deliği seçmenine gösterip oy toplayan politikacılar vardı. Şimdi parmağındaki alyansı gösterip “bütün servetim bu” diye gelip saraylar yaptıranlar...
Örnekler çoğaltılabilir. Şöyle bir bakınca pek de bir şey değişmemiş aslında. Hani şahtık şahbaz olmuşuz o kadar…
O halde bize “hey gibi günler dedirten nedir? Neden geçmişe bu kadar özlem duyuyoruz?
Geçmiş; kötü anılarını silip güzel yanlarını hatırlayabildiğimiz için güzel.
Sararmış bir mektup, radyoda aranan şarkı, deli divane ezberlenen şiirden iki dize, cepteki mendil, artık evlerde pişmeyen yemeğin akılda kalan tadı, tanınıp sevilmiş sesler, yüzler… Yani, ilerde hatırlamak üzere zihnimize kazıdığımız anılar bizi geçmişe sıkı sıkı bağlayan…
Soğukta üşüdüğümüzü altı delik ayakkabımızı değil, yanan sobanın sıcaklığını hatırlamayı seçiyoruz. Yakınlarımızdan haber almak için uzun beklemeleri değil, gelen mektuplara sevincimizi, yoksul sofralarımızı değil, komşu teyzeden gelen bir kap çorbayı hatırlıyoruz…
Geçmiş; gelecekten umudunu kesenlerin sığındığı ev…
Geçmiş; bir daha geri gelmeyeceğini bildiğimiz için güzel…
Bir nefesle geldik ve bir nefesle gideceğiz bu dünyadan. O iki nefes arasında insan olabilmeyi başarmak gerek…