Son zamanlarda en çok nelerden söz ediyorduk biz? En çok ekonomi elbette.
İnanılmaz hızla yükselen fiyatlarıyla başı çeken, elektrik, doğal gaz zamları, çarşı-pazar, market fiyatlarının hiç dinmeyen ateşini, alım gücünün sınırlanmasını konuşuyorduk. Üretimin sıfırlandığından, sadece inşaat sektöründe azalmayan iştahın, ülkeyi hızla beton çölüne döndürmesinden söz ediyorduk. “Al sıcak parayı al, iç piyasaya dağıt, elindeki millî varlıkları sat, piyasaya başı boş paralar sür ve ekonomiyi canlı tutmaya çalış sisteminin geleceğinin olmaz” diyorduk...
Sonra sağlık;
Sağlıktaki durumun acıklı hali. Şehir hastanaleri facia, doktora ulaşmak zor. Yoğunluktan dolayı hastanelerde hizmet kalitesi düştü. Sağlık çalışanlarının yükünün arttı. Bir de şiddete uğramaları kabul edilemez diyorduk. Özel hastanelerin astronomik fiyatlarına ve eczanelerde reçetesiz satışların yasaklanmasına kızıyorduk…
Ve yargı;
Arşivlerde bekleyen dosyaları, bitmek bilmeyen davaları, uzun tutukluluk sürelerini, kişiye göre uygulanan gereksiz iyi hal indirimlerini konuşuyor. Özellikle kadın cinayetleri ve tecavüz suçlarında caydırıcı olmaktan uzak cezalar verilmesine küfrediyorduk. Daha da önemlisi zanlıların kimliklerine ve partilerine göre hâkim kararlarının çıkıyor olması ve bunların göstere göstere yapılıyor olmasına deli oluyorduk…
Tabi ki eğitim;
Sistem tamamen kontrolden çıktı. Nitelikli, üretken ve yaratıcı bireyler yetiştirmeye yönelik eğitimin yolunun tamamen tıkandı… İmam Hatip okullarını dayatarak oluşacağınu umdukları dindar gençliğin bir türlü oluşturamamanın öfkesini çocuklardan çıkarıyorlar… Her yeni dönem daha gerici, daha baskıcı hamleler buluyorlar. Ne yapacağını şaşırmış aileler ve öğrencilerin özel okullarda çözüm ararken tarikat okullarının yurtlarının eline düşüyorlar diyorduk…
Askerlik deyince;
Bedelli askerlik süre ve ücretlendirilmesinin neye göre belirleniyor? şehit haberlerinin nasıl ve ne zaman kanıksandı? Diye kendimize soruyorduk. Askeri okulların kapatılmasıyla ortaya çıkan nitelikli subay kadrosu eksikliği ve bunun ileride büyük bir sorun haline dönüşmesi olasılığından korkuyorduk…
Kurumlarda durumlar;
Devletin bütün kurumlarıyla, liyakatin değil yandaşlığın önemsendiği niteliksiz yığınların elinde heba edilen vergilerin, akıl almaz harcamaların, önlenemez savurganlığın yükseldiği mekanlar haline dönüşmesini seyredip, tüm kurumlara güvenimizi yitiriyorduk...
Elbette ki bütün bunların durup dururken olmadığı, oluşma sebepleri üzerine de konuşuyorduk…
Konu buraya gelince ülkeyi yönetenlerden, liderlerden ve siyasi partilerden söz ediyorduk haliyle…
Yıllardır bunları konuşa konuşa Cumhur ittifakının cumhuru ümmet olarak gördüğünden, Millet ittifakının geleceğinin olup olmayışına ilişkin bütün sözleri tükettik.
Son aylarda, en çok AKP kitlesindeki kopuştan, tabanın partisini sessiz bir şekilde terk edişinden, sürecin referandum ertesinde başladığından söz ediyorduk. Ahmet Davutoğlu ve Gelecek Partisinin umut olup olmayacağını, Ali Babacan’ın bir türlü kuramadığı partisinin, Davutoğluyla bir araya gelip gelemeyeceğini, seçime girerlerse kimin oylarına ortak olacağını, AKP yi bitirip bitiremeyeceklerini de sorguluyorduk.
Aile şirketine dönüştürülen ülke yönetiminin sonunun ne zaman geleceğine dair anketler yapılıyor AKP ve Cumhurbaşkanının iktidarına desteğin ne kadar düştüğü her yerde yazılıyor çiziliyor, vatandaşın bıkkınlığı üzerinden yapılan değişim hesaplarını değerlendiriyorduk.
CHP’de yaşanan kongre süreci sonucunda gerçekleşecek olası değişimin umut olup olmayacağı gibi bir sürü şey konuşuyorduk ki…
Bir sarsıntı bütün sesleri bastırdı! Her şeyi sustuk…
24 Ocak akşamı 6.8 şiddetinde bir sarsıldı Elazığ ve Malatya…
Yine yoksul köylerde kerpiç damlar çöktü. Yine hırsız müteahhitlerin yaptığı çürük evler yıkıldı, yine canlar enkaz altında kaldı, yine canımız yandı.
Günlerdir, ölü, yaralı sayısının artışını endişeyle izliyor, ağır hasarlı yapıları, enkaz altından sağ kurtulanların sevincini konuşuyoruz. Sonra yardım için neler yapabileceğimizi, nasıl ulaştırabileceğimizi örgütlüyoruz. Ha bir de depremin üzerinden yarım saat geçmeden 10 TL yardım talep eden Kızılay başkanının 4+4 ciplerini boğaza nazır ofisini konuştuk epeyce.
Oysa Marmara depreminde de konuşmuştuk bunları, Van depreminde de… Daha uzun süre de konuşuruz.
Doğa da bizimle konuşuyor ama dinlemiyoruz. Deprem ülkesi olduğumuzu biliyor ama önlem almıyoruz.
Bir "Dip dalgası”ndan söz edilir hep, denir ki; “Sessiz kitleler her şeyi değiştirebilir”
Dip dalgası ne yazık ki yerin derinliklerinden yıkıcı etkiyle geldi can aldı… Bizleri bir araya getirdi…
Biz garip bir halkız dayanan halk her felakette kenetleniriz de, yıllardır çarşı, pazarda, eğitimde, sağlıkta, yargıda, orduda, her kurumda depremler yaratan uygulamalara, Cumhuriyeti temelinden sarsan yıkıcı etkilere söylenmekle yetiniyoruz…
Doğal felaketlerde el ele verip her türlü olanağını seferber edebilen yurdum insanı “Kendi ülkemin kaynaklarını yerinde ve doğru kullanıldığını görmek, insanca koşullarda huzurla yaşamak istiyorum” deyip bir araya gelecek olgunluğa eriştiğinde; hem Cumhuriyeti temelinden sarsan depremi en az hasarla atlatır, hem de, sel gibi deprem gibi doğal afetlere hazır kentler inşa edip doğanın sebep olduğu yıkımı engeller, toplumsal barışı ve toprağının doğasıyla uyumu da yakalar…
Dip dalgası denen şey bence tam da budur…