Üzerine ölü toprağı serilmiş bir milletin, çöken imparatorluğun enkazı altından ayağa kalkışının miladının 100. Yılı…
Nereden nereye gelmişiz diye hızlıca bir göz attığımızda; Büyük Ata’nın Kurtuluş Savaşını örgütlemek amacıyla 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkışıyla başlayan baş döndürücü zaman dilimi 29 Ekim’de 1923’de kurulan cumhuriyetle taçlandırıldı. Bitmedi…
Ardından gelen devrimlerle, aydınlanma, çağdaşlaşma süreci, ekonomik kalkınmayı sağlayacak sanayi ve tarım alanındaki atılımların yanında, kültürel değerlerimizi koruyarak toplumsal hayatı modernize edecek yenilikler sunuldu. Kabul edildi, alçak sesle itiraz edenlerin sesi pek duyulmadı. Yenilikler bir bir hayatın içine yerleştirilirken, itirazı olanlar kabuğuna çekilip, sabırla ve sessizce bugünleri örgütlemeye başladılar…
Kurucu kadroların gayretiyle toplum belleğine işlenen “devlet malı”, “milli servet”, “tüyü bitmemiş yetim hakkı”, “liyakat” duyarlılığı, çok partili döneme geçişin ardından lüks şatafat savurganlık ve din sömürüsüyle yer değiştirdi.
1960-1970-1980… Büyük acıların yaşandığı periyodik darbeler devri…
Ardından 90 lı yıllarda apolitik çılgın tüketim toplumuna dönüşüm ve nihayet 2000 lerin başında geldiğimiz yer…
Adına “ılımlı islam” deniyor(her ne kadar laiklik iddiamız devam ediyor olsa da)…
Ilımlı olma konusu tartışılır. Çünkü ılımlı olma durumu sadece kendileri gibi düşünenleri kapsıyor.
Misal kendileri milli eğitim sisteminden pek hoşlanmadığından imam hatip okulları aracılığıyla dini eğitim inşa etmeyi hala sürdürüyorlar. Yine bu düşüncenin ürünü olarak, bizim çocukluğumuzun, gençliğimizin en güzel anıları arasında yer alan milli bayram kutlamaları adım adım getirilen kısıtlamalarla sıradanlaştırıldı…
Öğrenciyken, iş ararken, mevcut işinizde çalışırken, ya da her hangi bir kamu kurumuna işiniz düştüğünde; kim olduğunuz, ne ürettiğiniz, ne istediğiniz ne verebileceğiniz değil hangi partiye, hangi cemaate yakın olduğunuz önemli oluyor. İlgili cemaatin değerleri sizin sunacağınız değerlerin üç beş adım önde gidiyor…
Sormadan edemiyorum. Büyük Atatürk ta yolun en başında;
“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler müritler ülkesi olamaz” demişken, neredeyse yüz yıl sonra onlarca cemaatin, mesela Adnan Oktar, Cübbeli Ahmet gibilerin varlığını nasıl açıklayacağız?
“Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuştur” demişken, kapanan tiyatroları, yasaklanan oyunları, şarkıları, kitapları,filmleri, aşağılanan tehdit edilen sanatçıların varlığını nasıl açıklayacağız?
“Her fabrika bir kaledir” demişken, bir bir satılan fabrikaları, batırılan kamu kurumlarını nasıl açıklayacağız?
“Memleketimizin bir tarım memleketi olduğu ve genişliği göz önüne alınırsa, bizim başlıca kuvvet ve servet dayanağımızın toprak olduğu görünür.” demişken kuru soğana muhtaç kaldığımızı, hatta saman ithal ettiğimizi nasıl açıklayacağız?
“Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.” demişken, paramızın dolar karşısındaki aciz kalışını nasıl açıklayacağız?
“Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.” demişken, yasama, yürütme, yargı egemenliğini tek adama bırakmışlığımızı nasıl açıklayacağız?
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demişken; iktidar sahiplerinin sandığa yansıyan millet iradesine yargı gücünü kullanarak el koymasını nasıl açıklayacağız?
Binlerce mazeret üretebiliriz ama hiç biri, neden yüz yıl önceki ölü toprağını örtündüğümüze dair yeterince açık olmayacak…
Açıklayamayacağız!
SON SÖZ: “Gençler ! Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk ; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. “ M. KEMAL ATATÜRK